27 Haziran 2021 Pazar

Cehaletin sisli buğusuna gömülmüş köyler

Büyükşehirlerin plansız büyümesi sonucu giderek çekilmez bir hale dönüşmesi  gözleri köylere çevirmeye başladı. Fakat köye gidenler pek fazla  umduğunu bulamıyor. Bir iki nesil önce terk ettiğimiz, kaderine bıraktığımız şimdilerdeyse nüfusun sadece %7’sinin  yaşadığı köyler cehaletin sisli buğusuna gömülmüş durumda.

100 nüfuslu bir köyde bile 2 cami bulunurken vakitlerde cami başına 6-7 cemaat düşüyor. Diğer yandan eğitim, tarım, hayvancılık, sağlık gibi konularda köylerde uzman bulunmaması köyleri büyük bir karanlığa gömmüş. Bir köy düşünün okulu yok, öğretmeni yok, veterineri yok, ziraatçısı yok, doktoru yok, hemşiresi yok, sağlık ocağı yok, kütüphanesi yok. Ama iki camisi var.

Adnan Menderes döneminde toprak ağalarının isteği üzerine halkı cahil bırakıp başkaldırmasına engel olup daha fazla sömürebilmek için kapatılan Köy Enstitüleri’nden sonra köylerde  eğitim ve kültür alanında  büyük bir gerileme baş göstermiş durumda.  Eğitimli insan sayısı hem çok az hem de içinde yaşadığı durumu ayırt edebilecek bir algılama kapasitesi, geleceğini sağlıklı bir şekilde planlayabilecek bir vizyon yok.

Büyükşehirden kaçıp internetten gördükleri ilanlarla köylerden arsa alanlar, düşünmeden büyük paralar yatırıp villalar yaptıranlar daha sonra büyük bir pişmanlık içine giriyor. Havası güzel, suyu güzel, tabiatı güzel, sakinlik güzel fakat cehalet, geri kalmışlık, dedikodu had safhada. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla popüler kültüre boğulan köylerde foklorik öğeler kaybolmuş.  Misafirperferlik, misafire “hoş geldin” deme, yaşlıya – güçsüze sahip çıkma, haramdan korkma, başkasının malına zarar vermeme, almadan vermeyi bilme dönemi  çoktan kapanmış. Binlerce yıldır taşınan kültürel doneler, ananeler yerini alışveriş hırsına, gösteriş yarışına, saygısını yitiren komşuluk ilişkilerine bırakmış. İmece kültürünün kaybolduğu köylere geldiğinizde çocuğunuza içirebilmek için 1 litre süt bile bulamıyorsunuz. Süt üretiminde modern yöntemlere geçen köylüler, soğutmalı kazanlarından köy halkına süt satışı yapmak istemiyor. Daha çok para kazanma hırsı köylerde eski gelenekleri, paylaşım kültürünü, takası bitirmiş. 

Oysa çok değil, 20 sene öncesinde her şey çok daha farklıydı. Köylerin foklorik değerlerinden hızla uzaklaşması,  popüler kültürün hızla oluşan boşlukları doldurması, eğitimsiz-bilgisiz-görgüsüz bir alt yapıda toplumsal değerleri fark edilir derecede sarsmış. 

Tabii işin sosyo-kültürel yanı bir yana bir de ekonomiye yansıyan tarafı da var. Büyükşehirler, köylerin geldiği bu hazin sonu pazar tezgahlarında yüksek fiyatlarla hissederken aslında buzdağının görünmeyen kısmı çok daha derin. Köyün kaybolması demek “sadece gıda zincirinin yok olması demek” değil. Veterinersiz, öğretmensiz, ziraatçısız köylerde sağlıklı bir üretimden bahsedemezsiniz. Okulsuz, kütüphanesiz bir köyde çocukların gelişmesini, dünyaya geniş ufuklardan bakabilmesini, kaliteli üretim ve tarım yapabilmesini sağlayamazsınız. Sanattan, kitaptan, bilgiden ve eğitimden kopuk bireylerin 2021 Türkiyesi’nde toplumu yukarı taşımasını bekleyemeyiz.

Sonuçta eleştirinin yerini yargısız infaz, konuşmanın yerini kavga, paylaşmanın yerini kuyu kazma, anlayışın yerini saygısızlık, imecenin yerini üretimsizlik alır.

Cehaletin sisli perdesine gömülen köylüyü bu girdaptan çıkarabilecek, köylünün örnek alıp gelişmesine fırsat verebilecek hiçbir öğe ne yazık ki henüz yok.

GÜLTEN MERT

11 Haziran 2021 Cuma

Pandemi yokuşunun sonu

Pandemiyi dev bir yokuşa benzetiyorum. Neden mi?

 

Hayatımız doğal akışında ilerlerken ayağımıza takılan taşlar, yolda karşımıza çıkan küçük engeller olurdu, bazen de düşerdik. Hayat devam ettiği sürece de düşe kalka ilerlemeye çalışırdık.

11 Mart 2020'den bu yana neredeyse 1,5 yıldır hayat donma noktasına geldi. Kendimizi dev bir yokuşun başında bulduk.  Öyle dev bir yokuş ki zamanı durduran, tüm pozitif ilerlemeleri yavaşlatan, sabrı zorlayan ve insanı bir hayli yoran bir yokuş.

Şu ana kadar 50 bine yakın insanımızı kaybettik. Dünya genelinde ise 4 milyona yakın kişi Covid- 19'dan hayatını kaybetti. Bu süreçte üniversite kampüsleri boş kaldı, okul çocukları eve kapandı, esnaf iflasın eşiğine geldi, toplum eğlencesini yitirdi. Tiyatro salonları, sinemalar, konserler seyircisiz kaldı. Kısıtlama günlerinde büyük kitleler ev hapsine maruz kaldı.

Evden çalışanlar bulaş ortamlarından uzak oldukları için şanslı gibi görünseler de özel hayatla iş yaşamının iç içe geçmesi ev yükünü arttırdı. Bir yandan bitmeyen bulaşıklar, pişmesi gereken yemekler, temizlenmesi gereken ev ortamı diğer yandan işe yetişme, işi tamamlama hızı derken evler zamanla yarış pistine dönüştü. Hele evde online eğitim gören okul çocuğunuz varsa bir diğer işiniz de "ev/ebeveyn öğretmenliği" oldu.  Çocuğun bütün derslerini, ödevlerini takip etme, motive etme, derse oturtma, teknik aksaklıları giderme, eksiklerini saptama, geride kalmaması için mesai harcama sorumlu ebeveynlerin en büyük görevlerinden biriydi.

Bu süreçte en büyük sınavı devletler verdi. Sosyal devlet anlayışının önemi bizzat yaşanarak görüldü. Güçlü ekonomiler halkın yanında durarak bu zor günlerde ekonomik kayıpların yansımalarını hafifletebildiler. Ne yazık ki Türkiye şeffaf olmayan zayıflatılmış kamu ekonomisi ile puan kaybetti. İntiharlar, iflaslar, boşanmalar gözle görülür şekilde arttı.

Çoğumuz soluk almak, iletişimde olmak, hayatı kaçırmamak adına sosyal medyaya daha fazla vakit ayırmaya çalıştık. Pek çok kişiyi tanıdık. Parlayan isimler olduğu kadar puan kaybedenler de oldu. Ve yepyeni dijital platformlarla birlikte farklı alışkanlıklar edindik. İktidarın sopasına dönüşen ana akım medya popülerliğini önemli ölçüde kaybetti. Tencereler boşken %7 büyüdük masalları bu zor günlerde içi kan ağlayan kitlelere hiç de inandırıcı gelmedi.

Diğer yandan oturup düşünmek, hayatımızı sorgulamak, yapamadıklarımıza kafa yormak için yeterince vaktimiz oldu. Hobilerine vakit ayıranlar, yazlığı kışlığa çevirenler, dağ başında kulübe hayalini gerçekleştirenler, karavanı daimi eve çevirenler sayıcı hiç de az değil.

Olumsuz etkilerini bir kenara bırakırsak pandemi günleri yazınsal anlamda bana çok olumlu yansıdı. Yakın bir zaman önce bir blog açtım. Arada sırada da olsa kendim için birşeyler yazabilmek güzel bir duygu. Zaten hayatımın çoğu  medyada yazı işleriyle geçti. Şimdilerde ise Covid’in dönüştürdüğü 10 değişim alanı ile ilgili bir kitap yazıyorum. 

Prof Uğur Şahin'in 20 Mayıs 2021 tarihinde Bilim Kurulu toplantısına canlı bağlanarak Eylül 2021'e kadar 120 milyon doz aşı sözü vermesi yokuşun sonunu gösteren önemli bir tarih oldu. Aşıda yaş skalası 40'a kadar düştü. Ümidimiz Eylül ayına kadar 20 yaş üstünün aşılanması ve önemli bir mutasyona uğramadan bu virüsün bir an önce hayatımızdan çıkması. Önümüzdeki sonbaharın virüsün gidişatını ve sonunu göstermesi açısından önemli bir tarih olacağını düşünüyorum.

Prof Şengül Hablemioğlu'nun geçenlerde paylaştığı bir araştırma Covid sonrası normal günlere geçişin o kadar da kolay olmayacağını gösteriyor. Amerikan Psikoloji Derneği tarafından yapılan bir araştırma sonucuna göre yetişkinlerin % 49'u pandemi sona erdiğinde yüz yüze etkileşimlere geri dönmekten rahatsızlık duyacaklarını belirtmiş. Aşı olanlarda bu oranın  % 48 olduğu saptanmış."Mağara sendromu" adı verilen durum iki şekilde görülüyormuş. Birincisi geçen yıl “yeni normal” dediğimiz duruma alışmış olanlar. Bu yeni yaşam biçimiyle birlikte gelen olumlu değişiklikler nedeniyle kamusal yaşama yeniden katılmakta istekli değillermiş. İkincisi ise aşıya rağmen hastalığa yakalanma korkusu taşıyanlar.

Pandemi bitse bile 10 farklı alanda hayatımıza kalıcı etkiler bırakacağına inanıyorum. Şu anda üzerinde çalıştığım kitap  tam da bu konu üzerine. Bu yazı verimli geçirmek niyetindeyim.

En zor zamanlarda bile güneşimiz eksik olmasın. Ne demiş Tales: "Her şeyin yok olduğu anda bile, ümit vardır." 

Gülten MERT


1 Haziran 2021 Salı

Salya sümük İstanbul

Doğup büyüdüğüm, gençliğimi, üniversite ve iş hayatımı geçirdiğim, içinde demlenip kendimi bulduğum İstanbul ömür çizgimle paralellik taşıyor.

Yaş aldıkça İstanbul'un nasıl kalabalıklaştığına, yeşil alanlarının nasıl talan edildiğine, betona gömülüşüne, kültür sanat yaşam alanlarının/eğlencesinin nasıl bitirildiğine bizzat tanıklık ettim. İstanbul'un uğradığı bu tecavüzü ancak yaşayan bilir.

İstanbul'un son 25 yılına baktığımızda sırasıyla 1994 yılından itibaren Refah Partisi, Fazilet Partisi ve 2002 yılından 2019 yılına kadar da  AK Parti tarafından yönetildiğini görüyoruz.

Son 25 yılda İstanbul'un nüfusu neredeyse ikiye katlanmış. 1995'te 9 milyonluk bir şehir olan İstanbul, bugün 18 milyonu zorluyor. Pandemi nedeniyle ilk kez geçtiğimiz yıl göç verip 56 bin 815 kişi eksilse de önümüzdeki yıllarda bu artışı önlemek için alınan herhangi bir tedbir görünmüyor. Özellikle bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın TRT'de açıkladığı üzere Kanal İstanbul'a 250 bin yeni konut yapılacakmış. Sadece Kanal İstanbul için şimdiden 1 milyonluk bir nüfus artışından bahsedebiliriz.

AK parti tarafından ortaya konulan inşaata dayalı büyüme ekonomisi İstanbul'un konut stoğunu hesapsızca arttırırken nüfusunu da sürdürülemez bir hale getirdi. Devlete ait araziler TOKİ eliyle inşaat firmalarına verilirken, yüksek katlı imar planlarıyla da özel mülkiyete kayıtlı arsalar bir anda mantar gibi patlayan inşaatlarla  beton kulelere dönüştü. Özellikle Tarihi Yarımada'nın dışında kalan Avrupa Yakasında Bahçeşehir, Başakşehir, Beylikdüzü, Arnavutköy Anadolu Yakasında da Kartal, Tuzla, Pendik, Çekmeköy, Ataşehir gibi kenar ilçelere yapılan yüksek katlı binalar kentin trafiğini de çekilmez hale getirdi.


Bu süreçte Tarihi Yarımada dediğimiz kadim İstanbul'daki eski yapılar bir türlü yenilenemezken şehir sürekli Doğu, Batı ve Kuzey çeperlerinden genişledi. Sur dışından başlayarak yeni imar planlarıyla Zeytinburnu, Bağcılar, Esenler, Beşiktaş, Şişli gibi ilçelerdeki yeni kat artışlarıyla büyük rezidence'ların önü açıldı.

Artan konut sayısına paralel yeni yollar ne yazık ki yapılmadı. Şehirde ana arter dediğimiz iki yol E5 ve TEM yıllardır şehrin tüm yükünü çekiyor. Mevcut yollar bundan 20 sene öncesinde sadece iş gidiş ve dönüş saatlerinde yoğun olurken şimdi günün hemen her saatinde çekilmez bir trafiğe sahip. 

İstanbul sahilleri artık kanalizasyon havuzuna dönmüş durumda. Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün geçtiğimiz günlerde verdiği bir demece göre ne yazık ki evsel ve endüstriyel atık sular ileri kademe arıtma yapılmadan denize veriliyor. İstanbul'da Marmara Denizi'ne günlük ortalama 2,5 milyon ton evsel atık su deşarj ediliyor.

Ve denizin çığlığı  Marmara'nın hemen her yerinde deniz salyası olarak kendini göstermeye başladı. Uzmanlar tarafından cesedin çürümesi olarak nitelendirilen deniz salyası (müsilaj)  Marmara’da kirlenmeden kaynaklanan tür çeşitliliğinin azalması ve kirliliğe dayanabilen türlerin fert adetlerindeki patlamalardan kaynaklanıyor. Oldukça yapışkan bir madde olan deniz salyası denizdeki balık yumurtalarının, larvaların, hareket edemeyen midye ve istiridye gibi canlıların üzerine çöküp oksijenlerini kesip beslenmelerini engelliyor. Uzmanlara göre deniz salyasının bıraktığı hasar en erken Ağustos ayı gibi ortaya çıkacak.


Deniz resmen "Ölmek üzereyim" diye haykırırken idareciler kulaklarını tıkamayı tercih ediyor. Bugün CHP İstanbul Milletvekili Ali Şeker'in Marmara Denizi'ndeki müsilaj (deniz salyası) sorununun araştırılması için verdiği önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Çevre sorunlarına bu kadar duyarsız olmak, önemsememek ve bu nedenle kaybettiğimiz her dakika ilerleyen yıllarda hepimizin hatta gelecek nesillerin sağlığı ve refahı için büyük tehdit oluşturuyor. Verdiğimiz oylarla ve vergilerle o koltuklarda oturup bu kadar duyarsız olmak anlaşılır birşey değil.

Küresel iklim değilikliği su sorununu da beraberinde getiriyor. Bugün İstanbul barajları çevre illerden taşınan sularla doluyor. Kanal İstanbul projesi hayata geçerse İstanbul'un önemli doğal su kaynaklarından Sazlıdere Barajı ve Terkos Gölü devre dışı kalacak. Toprağın tuzlanmasıyla birlikte mevcut yeraltı suları da tuzlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. 

Geçtiğimiz Aralık ayında İstanbul'daki barajlardaki su oranı % 21'di.Yılbaşından sonra yağan yağışlarla barajlardaki su oranı bugün itibariyle % 75'e ulaştı. Ama o yağışlar yağmasaydı bugün Ankara'da olduğu gibi % 20'lerde kalabilirdik. Sıcak ve kurak geçen bir yaz mevsimi ve yağışsız geçen bir sonbaharla birlikte çok sıkıntılı bir sürece girebilirdik. Ki bundan sonra bunun olmayacağının da bir garantisi yok. Değişen yağış rejimleri artık İstanbul'u bu haliyle sürdürülebilir kılmıyor.

Çevre konusunda toplumsal bilincimizi kaybediyoruz. Sesimizi duyuramıyoruz. Duymak istemiyorlar. Ülke toprakları, ormanlar, denizler, ırmaklar, kentler gözümüzün önünde kayıp gidiyor.

GÜLTEN MERT